Kısa yollar:

Doğrudan içeriğe git (Alt 1) Doğrudan ana navigasyona git (Alt 2)

Küratör: Pınar Öğünç
Yerçekimi ve çoğul ekleri

Pınar Öğünç
Foto: Muhsin Akgün

Bu yazıya başlarken ilk kez sadece kadın astronotlardan oluşan bir ekip uzaydaydı. Bu tarihi ana tanıklık, meramıma dair yörüngemi değiştirmediyse de hızımı artırdı. NASA'da iki kadın astronota uygun bedende kıyafet bulunmadığı için yedi ay, her alanda olduğu gibi burada da kadınların birikim ve kabiliyetleri cinsiyetçilikle sınandığından 35 yıl ertelenmiş bir yolculuktu bu. Uzay yürüyüşü sosyal medyada canlı yayınlanırken ekibe sorular yollayan çocukların, hele de kız çocuklarının bu anı çok normal bulacakları bir gelecek fikri, aynı esnada astronotlara yönelen kimi cinsiyetçi “şakalara” aldırmama mani oldu. Ben cadılardan, sadece dört yüzyıl önce dayatılan biçimde yaşamadıkları için yakılan kadınlardan bahsedecektim. Bu uzay yolculuğuyla cadıları buluşturan önümüzdeki sahnede ise baş döndüren bir şey vardı. Nihayetinde bir tür sömürgecilik tahayyülüyle bu gezegenden uzaya sıçramış bir iktidar mücadelesinin son perdesine bakıyorduk ve üç yüzyıla yayılarak binlerce kadının hayatına mal olan cadı avının, Yeni Dünya'nın sömürgeleştirilmesiyle, kapitalizmin serpilişiyle bağı da oradan parlıyordu. “Şeytana” karşı savaş adına toplumu “sorunlu” taşlardan ayıklayarak, zora ve toplumsal cinsiyete dayalı bir iş bölümünün en acımasızını dayatarak, kadınları ehlileştirerek var olmuş, her güçten düşüşünde dayanaklarına yüklenerek kendini yenilemenin yolunu bulmuş kapitalizmin bir manzarasıydı karşımızdaki aynı zamanda.

21 yüzyıl olmuş, hâlâ “kadın yazar”dan mı konuşacağız? Aşmadık mı bunları, aşmamalı mıyız? Bu görüş karşısında, bugün edebiyata ve kadınlara dair laf etmenin bu çağı da konuşmayı elzem kılışından söz edeceğim. Feminist tarihçiler çağları kadınlar perspektifinden yeniden işaretlemenin, kazananların ve de erkeklerin tarihini yeniden anlatmanın hakikat adına gereğini ortaya koyuyor yıllardır. Pek çok insanın, cadı oldukları bahanesiyle kadınlara yönelmiş o devasa avı, daha eskiyle, Ortaçağ'la ilişkilendirmesinde ise başka bir neden yatıyor olmalı; uzaklaştırmak, bugünle bağını kopartmak belki. Neyse ki o karanlık Ortaçağ'dan çok uzaktayız. Din adına kafa kesenlerin, din nefretiyle onlarca insanı uzun namlulularla tarayanların videolarını YouTube'da paylaşabildiği medeni bir çağdayız. Kölelik kalkmış ama kadınlar pazarlarda köle gibi satılabiliyor. Kölelik kalkmış ama “ileri” kapitalizm gerisindeki hiçbir çağa benzemeyen vahşi bir yoksulluk dayatıyor; sistemin son doz zerk ettiği geçicilik ve değersizlik hissiyle insanlar, ama daha çok da kadınlar başka türlü eziliyorlar. Kömürün, katranın, celladın parasını da önceden onlardan istedikleri cadılar yakılmıyor bugün ama hükümetler başlarını başka biçimlerde ezecekleri kendi cadılarını buluyorlar.

Öyle bir çağ ki eşitlik bahsinde kadınlar “Kimle, neye eşit?” diye sorup eril-dişil ikiliğine dayanmayan bir düzlemi ararken, aynı anda bir kadın stadyum yasağına isyanla kendini yakıyor. Öyle bir çağ ki kadınlar uzayda tek başlarına yürüyebiliyor ama bazı kadınlar akşam karanlığında tek başına yürümeden ölüyorlar. Sanki savaş ilan edilmiş gibi, her gün, dünyanın her yerinde, çoğu zaman da tanıdıkları bir erkek tarafından öldürülüyor kadınlar; katilleri aklanıyor. Bedenleri ve cinsellikleri üzerindeki siyasi kontrol, maşa haline getirilmiş dinle daha da katmerleniyor. İnsan var, bir de insandan aşağılar, bazen göçmenler, bazen kadınlar, LGBTİ+'ler, yoksullar... Irkçılığın, göçmen düşmanlığının, homofobinin, transfobinin seri cinayetleri, yeni kılıklarıyla ve her yana saçılmış mikro boylarıyla faşizm, içselleştirilmiş militarizm, insanın “efendiliği” zihniyetinin eseri olarak müthiş bir doğa yıkımı... Bütün bu normalleşmiş şiddet kimsenin başını o kadar döndürmüyor da artık, midesini bulandırmıyor. Veba değil başka bir salgın hastalık sanki, kimse şaşırmıyor. Tüm bunların ortasında Ortaçağ'dan daha uzun yaşamak sadece bir lanet olabilir.

Bu yüzyıl “Sizin yerinize robot askerler ölsün ve öldürsün mü?” ya da katil erkekler kadınların öldürülmeyi “hak ettiğini” iddia ederek cezalarında iyi hal indirimi almasın diye “Kadın cinayetleri davalarına robot hakimler baksın mı?” gibi etik, felsefi bir dolu yeni soruyla baş başa bırakıyor bizi. Çağa dair bu mevzularda zihnimizi esneten feminist düşünürler var neyse ki. Bu soruların sınırlarını çok aşan bir ufuktaki siborg öznesiyle yeni bir dijital proletaryayı, Yeni Sanayi Devrimi'ni tarif eden Donna Haraway... “Göçebe özne” fikriyle çoklu aidiyetlere, olumsuzluk anlamından kurtarılmış farklılıklara odaklanarak “insan sonrası”nı düşünen Rosi Braidotti... İkisi de insan öznesinin merkezi gaspını, erkekliğini, türcülüğünü tashih ediyorlar.

Yapay zekanın cinsiyetçilikle sınavı mesela sadece hizmet amaçlı kullanımlarda kadın sesinin ve fiziğinin kullanılmasında değil, öğrenme mekanizmalarının da insandan kaynaklanmasında yatıyor. Tecavüz “şakaları” yapan seks robotları, sosyal medya tecrübesiyle birkaç günde ırkçı bir troll'a dönüşen Tay, “kadınlığıyla” sınanan insansı Sophia derken edebiyatla ilgili de ciddi sorular var önümüzde: Bütün klasikleri “öğrenmiş” yapay zeka bir yazarın nefis romanları, hikâyeleri, okumaktan aldığımız hazza halel getirecek mi? Okuma yazma hakkı için yüzyıllarca mücadele etmiş, yazmaya mecburen geç başlamış kadınların dışlandıkları edebiyat tarihi, geleceğinkinin inşasında da eksik mi kalacak?

Bizzat bazı özneleri dahi “kadın yazar”ı, “kadın olarak yazmak”ı kullanırken temkinli davranır;  kimi bunların artık aşıldığı yanılsamasına kapılarak, kimi tersi saikle “kadınlığının” aleyhine kullanılabileceğini hatırlatan tarihsel bir tecrübeye dayanarak. Yazarlıktan eksiltmiş, evrenselden budamış, profesyonellikten caymış görünmemek için ister, yazmaktan konuşurken kadınlığı katmamayı. Kadın olmanın yazmaya katabileceklerini düşünmek ise bambaşka bir imkân belki de.

Erkekliklerin çoğul ekine yaslanmış kadim kâr ve suç ortaklığına karşı, içinde yine kader barındıran, romantik bir kızkardeşlik ittifakı meramıma karşılık gelmiyor. Yazanın sadece kadın doğmuş olmasından mülhem bir onay da edebiyata yaklaşırken ne sığ bir kriter olurdu. Hannah Arendt, “Size Yahudi olarak saldırılıyorsa, kendinizi Yahudi olarak savunmalısınız” diyerek verili kimliğini yüceltmeyi değil, politikleştirmeyi öneriyordu. Kadın doğmakta değil, ama bu gezegendeki hikâyesini özcü bir toptancılıkla biyolojik cinsiyete bağlamadan, yekpare bir “kadın” üretmeden, o çoğul ekini ırk, sınıf, yaş, toplumsal cinsiyet gibi farklılaştıran unsurların kesiştiği bir yerden, “ötekiliğin” bilgisiyle büyüterek kadın olmakta büyük bir ilham var. Sanki yerçekimi onlardan esirgenmiş de yüzyıllar içinde o tuhaf boşlukta ayakta durmanın, hareket etmenin yollarını/dilini bulmuş, başta acıyan kaslarını öyle geliştirmişler. Yerçekimini, normali de sorguluyorlar. Kapitalist patriyarkayı, heteronormativiteyi, kimlikleriyle toplumsal cinsiyetin kendisini. Kadınların hikâyelerini aynı zamanda bir toplumsal adalet, eşitsizlik meselesi olarak ele alışlarında, tahakkümün her türü arasında bağlantılar kurarak, kurumsal, sistematik, olağan hale getirilmiş rekabet, şiddet ve her tür otorite üzerine düşünmelerinde ve tüm bunları kurban konumunu reddederek, yeni kurbanlar, hiyerarşiler yaratmadan, kadınlığın ruhsatını dağıtmaya meyletmeden yapabilmelerinde bir güç var. Neyi, nasıl anlatırsa anlatsın, hayatı bütün buralardan süzerek ele almanın, hücrelerine, atomlarına sindiği bir edebiyat da bir imkân olmalı.

“Dünyayı yeniden yazmalıyız” diye seslenen Ursula K. Le Guin bir kadının muhakemesinden hareketle, kendi hayat deneyimine dayanarak yazmasından daha düzen bozucu bir hareket olmadığını söylüyordu. Virginia Woolf kadınlarla erkeklerin “ben” yazışındaki farkı anlatıyor, Hélène Cixous harflerle haykırarak bedenden geçen bir yazıyı salık veriyordu. Sevgi Soysal'ın “ayakları yere basan taşkınlık” tarifi aklımızda. Yazmak kendimize yabancılaşarak aşinalığı sorguladığımız o alanı açıyor bize, dünyayı yorumlayışımıza katman ekliyor. Ama her şeye rağmen hayat edebiyattan büyük, yazmak her şey değil. Bu, edebiyatı değersizleştirmiyor, bilakis hayata kattığı anlamı yerine koyuyor. Köklerimin su çektiği toprak alacalı, karışık, zengin. O toprakta onlar için bitirilmiş bir hikâyeyi reddederek yazan kadınlar var, ama defterlerini hiç yayımlatamamış, bunu istememiş ya da kağıda değmemiş hikâyeleri içinde bir organı gibi dolaşan kadınlar da var. İnsanlık tarihinin bir ucundan, mağara duvarlarından el sallayanların selamına karışılık da yazıyoruz. O el izlerinin çoğunun kadınlara ait olduğunu biliyoruz.

**

Bu dosyayı, cümlelerimizi birbirimizinkine ekleyebileceğimiz bir sohbet gibi düşünmek istedim. Ne talihliyiz ki hayali masamızı dolduracak onlarca başka kadın yazar da olabilirdi.

Romanlarında “insan”ın eril ve efendi kurgularını parçalayarak ve dilsizleşerek yazmanın yollarını arayan Deniz Gezgin'le, doğayla ve insan dışıyla kurulan ilişkiden başlayıp birbirine zincirlenen tahakküm biçimlerine geçtik. Şair Aslı Serin'le kadın olma tecrübesinin tarih boyunca biriktirdiği öfkeden, bir özsavunma alanı olarak şiirden ve edebiyattan konuştuk. Banu Özyürek, hikâyelerinde kendilerine yönelik dürüstlükten mülhem acımasızlığı ve buruk ironiyi bir güce çevirebilen kadın karakterleri üzerinden, kendini bir özne olarak inşa ederken özsaygıyı ve özşefkati korumanın dönüştüğü mücadeleyi anlattı. Yılların asimilasyon politikaları sonucunda Kürtçe yazamayan Kürt yazar Eylem Ata Güleç'e siyasetle biçimlenmek zorunda kalan bir hayatın edebiyatını, “felaket” tanıklığına dil arama sınavını sordum. Kürt kadın hareketine bu dosya çerçevesinde, edebiyatın ötesinde tekrar bakmanın önemini de ayrıca eklemek isterim.

Melike Koçak, Türkçe edebiyatın tarihinde kişisel bir yürüyüşe çıktı, kurdukları edebi evrenle yazmaya ve var olmaya dair şevk, ilham ve güç vermiş kadın yazarları yazdı.Kendine has karanlığı, mizah duygusu, başına buyruk dili ile bu çağ karnavalını gezer gibi yazan Semra Topal'ın edebiyatını, İpek Şahbenderoğlu ele aldı. Seval Şahin, türler arasında gezinerek iktidar meselesinin tezahürlerini izleyen Aslı Biçen'in edebiyatını ve son romanı “Tehdit Mektupları”nı inceledi. Sevcan Tiftik, queer teorinin dertleriyle hemhal, heteronormları altüst etmeye meyyal karakterleri üzerinden Belma Fırat'ın “Alışın Buradayız” kitabını yazdı.
Buraya dahil olamasa da kadın yayıncılığında ısrarı için Güldünya Yayınları'na, tekrar toparlanmaları için güç ve şevk dilediğimiz Ayizi Yayınları'na mahsus selam ile. Katkı sunan, hayali masamıza bundan sonra katkı sunacak herkese teşekkürle.