Kısa yollar:

Doğrudan içeriğe git (Alt 1) Doğrudan ana navigasyona git (Alt 2)

Melike Koçak
Ne hüzünlü ne lirik ne deli ne prenses

Hatice Meryem, “Bugün Kadın Yazar Olmak” isimli panelde konuşmasına “Ben sırtımı kime yaslayabilirim?” sorusuyla başlamıştı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadın yazısına/yazarlara, kimlerin hangi “başka” özelliğiyle bizlere eşlikçi, ilham kaynağı olduğuna kuşbakışı da olsa bakabilmek için bu soruyu ödünç alıyorum.

Bugün kırklarını yaşayan kadınlar olarak bir kitap okuduk ve hayatımız değiştiyse, bu sanırım Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok'u idi. Dilimizin, bedenimizin, arzularımızın nasıl yok edildiğini; devlet ve toplumun aile, okul, mahalle gibi araçlarla bizleri nasıl ehil, evcil, makbul yapmaya çalıştığını öğrendimiz ilk kitaplardan biriydi. Cinselliğin, bedenin konuşulmasının dahi tabu olduğu Türkiye toplumunda hâlâ yıkıcı, özgürleştirici bir etkiye sahip.

Düşe kalka, duvarlara çarpa çarpa büyüyorduk. Sert, yabani, isyan tonu yüksek bir büyüme hikâyesi imdadımıza yetişti. Asla vazgeçmeyen, meraklı, tutkulu; tutamakları elinden alınsa da yenisini icat ediveren; hayal kuran, soru soran bir kızın hikâyesiydi bu. Üstüne üstlük defter tutuyor, şiir yazıyordu. Bildiniz, Dirmit! Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm'de öğretilen, sınırları belirli bir dilin nasıl eğilip bükülebileceğini, dışına nasıl çıkılabileceğini de gösteriyordu. Bilinç, bilinçaltı, hayal, rüya ile gerçek arasında gidip geliyordu. Maruz kalınan şiddetin ruh, zihin, bedende sebep olduğu çatlaklar, yarıklar, parçalanmalar ile biçim tercihleri paralel akıyordu. Kişilerin hikâyeleriyle dönemin sosyal, siyasal, ekonomik koşulları iç içeydi. Parçalardan oluşan bu yapı, her an dağılabilirdi sanki. Özgürleşmek biraz da böyle değil miydi?

Latife Tekin Latife Tekin | Foto: Muhsin Akgün

90’lardı. Kadınlığımızı bildiğimizce kurmaya çabalıyorduk. Nezihe Meriç’in kadınlarıyla tanıştık. Ilgıncar, Meli, Naciye, Despina, Remziye, Madam Gabrielle, Nurhan, Nesrin, Sofiya, Zümrüt ve Kıpırtı Hanım... Onlardan ve Meriç’in ferahfezâ dilinden güç alarak “varım diyorum, inanmalısınız buna” diyorduk. Dışarıya tamamen açık bir göz ve kulak, ses, hece, ikileme, pekiştirme, deyiş, ünlem ne varsa toplayıp çın çın öten bir öykü yazıyordu. Dilimizi yeniden öğreniyorduk sanki. Mutfakları, avluları, balkonları, kapı önlerini; sıkılınan, şenlenen sofraları, insanın henüz istila etmediği sahil kıyılarını, şehri, sokakları ile kâh ev içlerinde kâh dışarılardaydık. İkisini de sevdik, güzellemeyi öğrendik. İçerideki, dışarıdaki hikâyeye zihnimizi açmayı, her şeyden, herkesten azâde kadın olmayı.

Böyle böyle Leyla Erbil’e vardık. Salt kadın meselesine odaklanmaksızın, Mustafa Suphi'nin öldürülmesinden Sivas'ta yazar, şair, aydınların yakılmasına, gazeteci Metin Göktepe'nin, TİP'li yedi gencin katledilmesine, Gazi kıyımına, devlet eliyle işlenen, cezasız kalan suçlara kadar, edebiyatını toplumsal ve siyasal gerçekliklere, kaba ve kalın çizgilerin tuzağına düşmeden açıyordu. Yarışmaları, jürileri, ödülleri; entelektüel, sol-sosyalist, devrimci çevreleri sınıf, kültür, tarih, cinsiyet, siyaset ekseninde tartışıyor, eleştiriyordu. Sökükleri, dikiş tutmayan yerleri, yamaları fâş ediyordu. Nasıl anlatmalı'nın sınırlarını zorluyor; kendi dil ve biçimini icat ediyordu. Yazarken, yaşarken dilimizi korkak alıştırmamayı öğrendik ondan.

2000’lere geldiğimizde 90’larda Kürt halkına karşı yürütülen savaş, neredeyse 100 yıl önce Ermeni halkına, Rumlara yaşatılan felaketler, kıyım, sürgün, göç hakikatler önümüze seriliyordu. Bir iklim krizinin, büyük İstanbul depreminin bizi beklediği, yoksa demokratikleşiyor muyuz dediğimiz/sandığımız yıllardı. Hrant Dink öldürüldü. Baş etmek için başka yollara ve birbirimize ihtiyacımız vardı.

Sevgi Soysal’a sıkı sıkı sarıldık. Aile, evlilik, annelik, beden, cinsellik temalarını işlerken normlarla hesaplaşıyor, ters yüz ediyordu. Orta sınıf ahlâkını eleştirirken, alt/proleter sınıflardan ve küçük burjuva hayatlardan gelerek devrimci olma hallerini; bir şehrin ekonomik, kültürel ve sosyal açıdan kapitalizmle nasıl değiştiğini kısacık bir an, tek bir fotoğraf karesi üzerinden anlatıyordu. Küresel/yerel sorunlarla kadınlık/erkeklik hallerini iç içe geçiriyordu. Baskınlar, gözaltılar, sorgular, tutuklamalar ve işkence ile Türkiye toplumunun en parçalı bulutlu dönemlerinden biri 12 Mart’ı, patriyarka, sermaye, devlet eliyle faşizmin nasıl yayıldığını anlatırken devlet onu cezasız bırakmıyordu. O ise hapishane sürecini şenlikli bir dille döktürüyordu. Cesareti bulaşıcı olanlardandı. Ondan yaşamak, yazmak ile direnmek arasındaki güçlü ilişkiyi öğrendik.
 

Sevgi Soysal Sevgi Soysal | Foto: İletişim Yayınları

Bu, Suat Derviş’le pekişti. Geç tanıştık. Bundan tek başımıza sorumlu değildik. Senem Timuroğlu “Anlatılan ‘Bizim’ Hikâyemiz Değil” adlı makalesinde, Türkçe edebiyat tarihçiliğinin Tanzimat’tan Cumhuriyet’e geçerken, Osmanlı’da feminist bir hareket doğuran kadın edebiyatını bilinçli biçimde kararttığını, çarpıttığını iddia eder. 1948’den itibaren yayımlanan ve 1950 sonrasını şekillendiren Cumhuriyet'in üç kurucu edebiyat tarihinde (Nihat Sami Banarlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kenan Akyüz) yer almayanlara değinirken “Kadın yazarların ya yok sayıldığı ya da yüksek edebiyat dışında, henüz yolun başında, kendisini geliştirmesi gereken yazarlar kategorisinde ele alındıklarını, edebiyatlarının temelini oluşturan politik ve tarihsel bir olgu olan kadın hareketindense hiçbir şekilde bahsedilmediğini görüyoruz.” (Gaflet, Metis Yay.) der. Suat Derviş de onlardandır.

Romanlarında kadınlık, sınıf, patriyarka ilişkisini sorunsallaştıran Derviş, yoksulluk, eşitsizlik, sosyo-kültürel-ekonomik sınıf farklılıkları ve bunların her tür ilişkiye yansıması; ölüm, yalnızlık, aşk, arzu, aldatma; iktidar ilişkileri, ahlâk, toplum ve beden temalarını işliyordu. Bazen gotik öğelerle karanlık ve gerilimli bir atmosfer yaratıyor, kadının iç dünyasını bunlarla çiziyordu. Patriyarkanın kökenlerine, neyle beslendiğine odaklanırken dışına nasıl çıkılabileceğini de tartışıyordu. Normun dışındakilere yönelirken kimseyi kader kurbanı, mağdur, düşkün göstermiyordu. Şehri dip köşe gezdirirken inanç, dil, etnisite, sosyokültürel ve sınıfsal açıdan farklı insanlarla karşılaştırıyordu bizi. Kadınlığı, toplumsal, sınıfsal meselelerle, siyasetle ilişkisi açısından da önemli bir figürdü hepimiz için.

2000’ler hızlı geçiyor, otuzlarımız biteyazıyordu. Oluş halinin sürekli, akışkan olduğunu öğrendiğimiz zamanlardı. Dilimizde, bedenimizde kimi taşlar yerine otururken kimileri yerinde duramıyor, kimileri iyice yersiz yurtsuz kalıyordu. Henüz Gezi direnişi başlamamıştı.

Lambadan bir cin, dil cini çıkıverdi. Sevim Burak. Tekrarlar, parçalanan kelimeler, eksiltili cümleler; çağrışımlar, sesler, metaforlar, kırılmalı zaman, maddelemeler, Türkçe kelimelerin yabancı aksanlı söylenişi, anne dili, mitolojik öğeler, fantastik atmosfer; hastane raporu, cankurtaran yeleklerini kullanma kılavuzu, harf ve sayıları gösteren ilkokul panoları gibi görselleri metne yerleştirilmesi, Tevrat’tan isimler ve göndermeler... tüm bu dil ve anlatı öğeleriyle parçalıyor, tekrar kuruyor, dönüştürüyordu. Bunlar bilinmezliğe, mülkiyete, tahakküme, öteki olmaya, ölümle arasında gidip gelinen hayata meydan okumaydı. Kişileri azınlıklar, gayri müslimler, kadınlardı. Kültür, din, dil ve kimlikten kopuş, modernleşme sürecindeki kültürel yarılmalar, dil, din, cinsiyet bakımından azınlık olmak, Yahudi soykırımı gibi meseleleri tarihsel ve sosyolojik bağlamdan koparmadan işliyordu. Son derece politik olan öykü, roman, oyunlarında dille kurulmaya çalışılan tahakküme, dil faşizmine itiraz ediyordu. Ondan kurmanın yolunun paramparça etmekten geçtiğini öğrendik.

Kadın yazısı/yazar-şairler üzerine çalışmaların iyice arttığı dönemlerdi. Divan Edebiyatı'nın kadın şairlerinden Mihrî Hatun, Rabia Hatun, Şair Nigâr’la bambaşka bir alana açılmıştık. Gülten Akın çoktan başımızın tacıydı. Nilgün Marmara biricikti. Eksik bir şey mi vardı? Derken Didem Madak yetişti. Şiirlerini terinden, teninden, kemiğinden sökerek yazıyordu sanki. Ev, sokak, mahalle; kadınlar, masal kahramanları, popüler kültürün başat imgeleri, şarkılar, şarkıcılar; tanrılar, peygamberler; ah o hayvanlar, bitkiler âlemi; eylemler, duygu ve duyular... Sarhoş edici bir şiir. Akla hayale gelmeyecek, zinhar müsaade edilmeyecek her öğeye yer açıyor, yerli yurtlu ediyorken, her biri biliyordu ki her an yeniden köksüzleşebilirlerdi. Kalabalık, konuşkan, ikilikler arasında gidip gelen şiirinde şenlikten, sevinçten yasa, hüzne geçmesi an meselesiydi. Yazmasını bekledikleri şiire eyvallah etmiyordu. Biz de kimseye eyvallah etmeyecektik, erken giden Didem’e söz verdik.

Şiir ya medet günleriydi. Birhan Keskin, Asuman Susam, Elif Sofya, Karin Karakaşlı, Aslı Serin... Kara bir çağı beraber yaşıyorduk. İsyanı ve ihlali, sabrı ve sükûneti, dili soymayı, sese yükseltmeyi, yabanın mümkünlerini, türcülüğün ne denli zorbalık olduğunu, insanın kötülüğünü, konuşarak değil de susarak, harf harf eksilterek yazmayı öğreniyorduk onlardan ve beraberce. Sonra birden kaldırımlardan duvarlara şiir kuşandı sokaklar. Şehir bizleri kırklara ve 2020’nin kıyılarına direnişle taşıdı.

Bu kıyılara gelirken hem yazdıkları, hem edebiyat, siyaset, hayat içinde duruşlarıyla eşlikçimiz olan, ilham veren Sema Kaygusuz, Müge İplikçi, Şebnem İşigüzel, Jaklin Çelik, Aslı Erdoğan... hepsinin çok açıdan epey zor, yüklü bir dönemde yazdıklarını şimdilerde daha net görüyoruz.

Bugünler

Asılı kaldığımız bu tuhaf ve hoyrat çağda üretip yaratırken bakış açılarının daha da genişlemesi, kesişimsellik neredeyse bir zorunluluk. Yazarın, nasıl bir yazar olmak istediğine bağlı olarak, etik ve estetik sorumluluğu fazla. Reklam, satış, pazarlama kıskacındaki yazar, şair bu yükle ne yapacak? Cinsiyetçi, mizojinik, homofobik, türcü, insanmerkezci kapitalist, modernist sistemin ağır tahribatını örtük/açık onaylayıp yeniden mi üretecek? Yoksa yerle yeksân etmeyi mi deneyecek? Bu sorularla bugüne baksak, dünden aldığı ilham ve cesaretle kendi yatağını kuranlar kimler? Potansiyellerini, mümkünlerini gördüklerimiz? Bugün başka bir yönleriyle var olanlar?

Figen Şakacı, Dirmit’ten aldığımız ilhamın ve direncin çıtasını Bitirgen (2011), Pala Hayriye (2013), Hayriye Hanım”ı Kim Çaldı? (2017) üçlemesiyle yükseltirken, salt bir büyüme, oluş hikâyesi değil, 80’lerden 2000’lere siyasal, ekonomik, kültürel krizleri ve dönüşümleri de anlatıyor. Sema Aslan Kozalak (2012) romanıyla toplumsal cinsiyet sınırlarının iyice net çizildiği, ikili cinsiyet sisteminin henüz doğmadan dayatıldığı dünyaya çomak sokuyor. Muktedir, ezen, akıl, erkek - mağdur, ezilen, duygu, kadın ikiciliğini aile, evlilik kurumundan topluma açılarak ele alıyor. Zeynep Kaçar da Kabuk’ta (2017) aileye, yıkıcılığına odaklanıyor. Aynı aileden üç kadının anlatıcılığında toplumsal cinsiyet rolleri, cinsiyetçi, homofobik, transfobik zihniyet ve dil, “makbul kadınlık/erkeklik” tartışmaya açılıyor.

Elif Sofya nasıl şiirde insan olma kabuğunu soyup atıp toprağa, hayvana, hayvan oluşa; hayvanların gözünden insana, insan oluşa bakıyorsa Deniz Gezgin de bunu romanlarında yapıyor. Sofya’nın Dik Âlâ'sı (2014) ile Gezgin’in YerKuşAğı (2017) birbiriyle konuşup birbirini güçlendirerek, Türkçe edebiyatta insan merkezci, türcü bakış karşısında temsile soyunmayan bir dille yeni bir alan açıyor.

Ebru Ojen, Aşı'da (2014) devletin asimilasyon politikalarını, kimlikleri ehil ve evcil kılma girişimlerini bir köyü aşıyla kısırlaştırma girişimi üzerinden fantastik bir kurguyla ele alıyor. Et Yiyenler Birbirini Öldürsün'de (2017) çağın şiddetini ve barbarlığını hayvan/ceset yeme/sömürmeyi odağına alarak işliyor. Kesişimsel bir bakış, alegorik ve fantastik bir kurgu, sert, mecazsız, hatta deyim yerindeyse steril olmayan bir dille anlatıyor. Mehtap Ceyran, 90’lar Kürt coğrafyasını ve yakın geçmişte devlet eliyle uygulanan sistematik şiddeti acıları sömürmeden, yeniden üretmeden konu ediniyor Mevsim Yas'ta (2017). Pınar Öğünç, yaşadığımız zamanın edebiyatta epeyce sahipsiz kalan bir yükünü sırtlanıyor Beterotu'nda (2019). Plazalardaki sert çalışma koşulları arasına sıkıştırılmaya çalışılan yaşamakları, yersiz yurtsuz bırakılan hayvanları, iş cinayetlerini, yokmuş gibi yaklaştıklarımızı anlatıyor. Hatırlatıyor.

Notlarımı karıştırıyorum, Anadipsi (2017) bakıyor. Aslı Solakoğlu bedeniyle konuşmanın, bedeni kendi dışına ve başka bedenlere açmanın bir tür hafıza kaydını tutuyor. Dil ve anlatımda deneysel bir alana açılarak kadınlık, annelik, benlik, acı, yara temalarını işliyor. Nazlı Karabıyıkoğlu, Gök Derinin Altında'da (2017) bedenle, cinsiyetle, doğayla arasındaki sınırları zorlarken canlıların seslerini duyup duyuruyor. Mitolojik anlatılardan, peygamberlerden, Şamanlıktan beslenerek, efsaneyle gerçek arasında, kendinden geçen bir dil kuruyor. Sofya Kurban, kişilerinin hepsi kadınlar olan Cebimdeki Taşlar'da sakatlığı yazıyor. Kadın ve aynı zamanda sakat olmaya, yan yana gelen iki öteki olma haline odaklanıyor. Gamze Arslan’ın Kanayak'ının (2019) taşıdığı potansiyeller, Pelin Özer’in haikuları, Birgül Oğuz’un Hah'ındaki (2012) ölümü ve yası anlamaya, bireyselden zamansız bir toplumsal yasa açılan öyküleri; Birgül Özcan’ın Ev Anası'nda (2016) kadın oluşun sancıları anlatırkenki kıpır kıpır dili; Sine Ergün’ün tahkiyeden uzak, gösteren bir dille yazdığı kısa öyküleri, özellikle Baştankara'sı (2016); Anita Sezgener’in şiirlerinde ve Cin Ayşe Fanzin’de bizi buluşturduğu deneysel ve avangard dil, biçimi... Notlar uzayıp gidiyor. Aslı Tohumcu, Hatice Meryem, Oylum Yılmaz, Nihan Eren, Tuğba Doğan, ah ki Mine Söğüt... söz edemedim bile. Belli ki bu yazı içinde başka pek çok yazıyı taşıyor. Burada duralım.

Kısaca meram

Her biri başka bir özelliğiyle Osmanlı’dan bugüne Türkçe edebiyatın önemli bir eşiğinde, kavşağında yer alan kadın yazarlara kuşbakışı bakmaya çalıştım. Bugün okuyan yazan pek çok kadının, bizlerin sırtımızı yasladığımız, güç aldığımız yazarların bir kısmını da olsa gösterebildimse ne güzel. Eril tahakkümün vargücüyle kuşattığı, homojenleştirmeye çalıştığı edebiyat dünyasında kadın yazısının/yazarların kalıplara, önyargılara, etiketlere sığdırılamayacağı gerçeğini de hatırlatabildimse, özellikle beylere, âlâ.