Site Planlaması

Almanca Konuşan Plancı ve Mimarların Erken Cumhuriyet Dönemi Ankara’sının Planlaması ve Konut Sorununun Çözümüne Katkıları Üzerine

Sanayi öncesi dönemde Ankara ve kentin yerleştiği tepe ile karşısında yer alan Hıdırlık tepesi, hem ticaret yolları hem de Engürü ovasında stratejik bir denetim pozisyonuna sahip olması dolayısıyla hep önemli bir bölgesel merkez olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Ankara da Osmanlı İmparatorluğu'nun yaşadığı utangaç modernite sürecini yaşamaya başlamıştır. Bu süreç içinde Ankara’nın kaderi bakımından bir dönüm noktası, ünlü Bağdat Demiryolu projesinin ilk uygulanan kesimi olan İstanbul-Ankara demiryolunun 1892’de Ankara'ya ulaşması olmuştur. Rusya’nın itirazları dolayısıyla bu demiryolu hattı Ankara’nın doğusuna uzanamadıysa da, Ankara ekonomisinin canlanmasına neden olmuştur. Bundan da daha önemlisi, demiryolunun Ankara’ya ulaşmış olması Mustafa Kemal’in Anadolu direnişi için burayı karagah olarak seçmesi sonucunu doğurmuştur.

Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra, Türkiye’de 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilerek bir ulus devlet inşasına geçilirken kısa bir süre önce Ankara’da Başkent ilan edilmiş bulunuyordu. Bu çok radikal bir karardı. Üç imparatorluğa başkentlik yapmış, ülkenin Batı ile uyumunun en yüksek olduğu İstanbul’un bırakılarak Ankara’nın başkent ilan edilmesi büyük bir iddia taşıyordu. Ankara bir yandan modern bir ulus devletin kurulmasının karar merkezi işlevini yürütürken öte yandan da yeni Cumhuriyet'in öngördüğü modern yaşamın, gerçekleştirildiği modern kentin ilk örneği olacak; Türkiye’nin modernleşme yoluna girecek kentleri için izlenecek bir model oluşturacaktı.

1923 yılında Türkiye’nin içinde bulunduğu nesnel koşullar, böyle iddialı bir projeyi gerçekleştirme bakımından birçok sınırlılıklar taşıyordu.  Böyle bir proje büyük bir yatırım gerektiriyordu. Oysa 1923 Türkiye'sinin yatırım olanakları çok sınırlıydı. Yeni ulus devletin ekonomisini ve bürokrasisini kurmak ve yönetilebilir bir modern toplum oluşturabilmek için gerekli eğitilmiş insan gücüne sahip değildi. Gerçi Osmanlı İmparatorluğunda 19. yüzyılın ortalarından itibaren mevzii imar planları yapılmaya başlanmış ve 19. yüzyılın son çeyreğinde Ebniye Yasası çıkarılarak bir imar mevzuatı oluşturulmuştu; ama kent planlama pratiği, harita mühendislerinin imar parsellemesini gerçekleştirme işlemlerinin ötesine geçen kaygılara sahip değildi. Osmanlı yönetimsel pratiği içinde kentlerin yönetimi konusunda 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren belediye kurumu ortaya çıkmaya başladıysa da bu, yetkileri ve mali kaynakları bakımından güçsüz bir kurum olmuştu. 1912 sonrasında Cemil Topuzlu’nun özel koşullarda gerçekleştirdiği belediyeciliğin dışında parlak bir örnek oluşturulamamıştı.

Bu sınırlamalar karşısında Türkiye iddialı Ankara projesini gerçekleştirmeye girişti. Türkiye’nin bu projeyi gerçekleştirmek bakımından izlediği stratejilerin temelde iki ayağa oturduğu görülmektedir. Birinci ayakta kentin planlı olarak inşası için pratikte yapılan uygulamalar bulunmaktadır. İkinci ayağı ise Türkiye’nin geleceğinde kenti planlama ve kentleri yönetebilme kapasitesini artırmak için yapılanlar oluşturmaktadır denilebilir.

Ankara’nın başkent olarak ilanı ve nüfusunun çok hızlı artmaya başlaması kentte çok önemli bir konut sorunu yarattı. Erken Cumhuriyet döneminde konut darlığı Ankara’nın en önemli sorunu oldu. Cumhuriyet hükümetleri, iki ayaklı stratejisi paralelinde, konut sorununa çözüm arayışı sırasında tam bir başarıya ulaşamasa da çeşitli denemelere girişmişlerdir.

Türkiye, Erken Cumhuriyet Döneminde, Almanca konuşan plancı ve mimarlardan hem stratejisinin her iki ayağının oluşturulmasında hem de konut sorununa çözüm arayışında yararlanmıştır. Ankara bir yandan inşa edilirken öte yandan da sağladığı deneyimle Erken Cumhuriyetin kent yönetimi ve imarına ilişkin kurumsal yapının oluşturulmasında esin kaynağı olmuştur. Bu öyküyü kısaca izlemeye başlayalım.

Cumhuriyet Ankara’yı Planlı Bir Kent Olarak Kurmak İstiyor

Cumhuriyet, Ankara’yı örnek bir kent yapmak isterken, o yıllarda Avrupa’da yarışan Fransız ve Alman planlama ekolleri arasından birini seçmek durumunda bulunuyordu. II. Meşrutiyet Döneminde 1913 yılında İstanbul planlaması bir Fransız Plancısı Auric’e emanet edilmişti. Oysa yeni kurulan Cumhuriyet, Ankara’nın planlamasını Alman sermayesi tarafından kurulmuş “Keşfiyat ve İnşaat Türk Anonim Şirketi”ne Cumhuriyet'in ilanından iki ay bile geçmeden ihale etmişti. Ankara’nın ilk planını bu şirketin plancılarından Carl Christoph Lörcher yapmıştı. Bu dönemde Keşfiyat ve İnşaat Türk Anonim Şirketi aktiftir ve rejimin prestij yapısı Ankara Palas’ın inşaatını yüklenmiş bulunmaktadır.  

Cumhuriyet bir yandan hızla plan elde etmeye çalışırken öte yandan kent için yeni bir yönetim kurmaya çalışıyordu.  1924 yılı başında da İstanbul örneğinden farklı İçişleri Bakanlığının denetiminde bir şehremaneti kuruldu. İstanbul Şehremini Haydar Bey Ankara'ya atandı. Haydar Bey pratik bir kişiydi. Ankara’da inşaat malzemesi için gerekli çimento, tuğla, kiremit, kireç üretimine girişti. Elektrik fabrikası, amele evleri inşa olundu. Un fabrikası, gaz deposu kurulmasına girişildi. Bir belediyeci olarak kentin inşası ve beslenmesi için gerekli temel üretimin sağlanmasına girişti. 27 Mart 1927’de Alman “Didier” firmasına 60 yıllık imtiyaz verilerek elektrik ve havagazı alt yapısının kurulması sağlanmaya girişildi.

Lörcher 1924 yılının Mayıs ayında planı Şehremanetine teslim etmişti. Tutucu bir plancı olan Lörcher 200.000’lik bir nüfusu eski kent çevresine yerleştirmişti. Böyle bir planın uygulanmasındaki zorluklar Haydar Bey'i tatmin etmemiş olmalı ki 3-4 yıldır konuşulan kentin yanındaki 400 hektarlık bataklık alanı istimlakını sağlayan bir yasa çıkarılmasını ve bataklığın kurutulmasını sağlayarak kentin Yenişehir diye adlandırılan uygulamanın daha kolay olduğu yeni bir alana sıçraması yolunu açmıştır. Bu yeni alanın planlaması da 1925 yılında Lörcher’e emanet edilmiştir. O da bu alanda, içinde yönetim çekirdeği çevresinde konut alanları bulunan bir planlamaya gitmiştir. Bu plan uygulamaya konularak Sağlık Bakanlığı ve çevresinden başlayarak uygulamaya gitmiştir.

Rejimin, 1927 yılında Ankara projesinin gerçekleştirilme biçimi ve ulaşılan sonuçlar üzerinde kapsamlı bir yeniden değerlendirmeye gittiği anlaşılmaktadır.  Değerlendirmenin bir ucunda o tarihe kadar uygulanan mimarlık stili vardır. O tarihe kadar Cumhuriyet'in Ankara’da gerçekleştirdiği binalar, temelde II. Meşrutiyet Döneminde gelişmiş, daha sonra I. Ulusal Mimarlık Akımı diye adlandırılan akıma uygun olarak tasarlanmıştı. Bu akımın dayandığı Ziya Gökalp’in sentezci kültür yaklaşımı Mustafa Kemal'i rahatsız etmeye başlamıştı. Bunun ilk işareti Türkiye’nin İsviçre Medeni Kanunu'nu 1926 yılında kabul etmesiyle verilmişti. Türkiye Batı kültürünü tüm olarak almak istiyordu. Bu değişikliğin mimarlık alanındaki yansıması 1927 yılında Viyana’dan Egli’nin, okul binalarında modern mimarlık stilinin uygulanması için çağrılmasıyla açıklığa kavuştu. Artık Türkiye, I. Ulusal Mimarlık Akımını terk ederek modern mimarlık akımını benimsiyordu.

İkinci yeniden değerlendirme kent planlama alanında yapıldı. 1927 yılında Asaf Bey'in şehremini atanmasından sonra yapılan değerlendirmede Lörcher planının yetersiz olduğu ve yeni bir planın yaptırılması kararlaştırılır. Bir heyet Berlin'e gider, Berlin’de Prof. Luwig Hofman ile konuşurlar. Hofman, Berlin Yüksek Teknik Okulu öğretim üyelerinden Prof. Herman Jansen ve Prof. J. Brix’i önerir. Jansen 1910 yılında Berlin için yapılan planlama yarışmasının birincisi olmuştur. Brix kent sağlığı konusundaki duyarlılığıyla tanınmaktadır. Heyet Türkiye’ye dönünce,  bu iki plancıya Barcelona planı yarışmasında birinci olan Fransız Başmimarı Léon Jausseley’i ekleyerek, bu üç plancıdan öneri ister. Bu plancılardan Ankara’nın 300.000 nüfus için planlanması istenmiştir.  Yarışmayı Herman Jansen kazanmıştır. Ankara Planlaması 1938 yılına kadar deneyimli plancı Jansen tarafından yönlendirilmiştir. Lörcher ve Jansen’in her ikisi Camillo Citte ve Ebenezer Howard’ın etkisindeki plancılardır. Bu bakımdan iki plan arasında bir süreklilik kurulması çok zor olmayacaktır. 

Üçüncü yeniden değerlendirme kent yönetimi alanında yapılmıştır. Şehremanetinin teknik kadro ve örgütlenmesinin,  Ankara’nın imarını yönetmede başarılı olmadığının görülmesi üzerine 1928 yılında bir yasayla güçlü bir Ankara Şehri İmar Müdürlüğü kurulmasına gidilmiştir. Şehremanetine değil Dahiliye Vekaletine bağlı olacak, gelirlerini doğrudan devlet bütçesinden alacak, yeterli yerli ve yabancı uzman kullanabilecek, imar planının ve programının hazırlayacak ya da hazırlatacak, Bakanlar Kuruluna onaylatacaktır. Plan değişiklik kararları Bakanlar Kurulunca onaylanacaktır. Temel karar organı İmar Müdürü ve Bakanlar Kurulunun seçtiği 3-5 üyeden oluşacaktır. Çok güçlü bir uygulama mekanizması yaratılmıştır. Buna karşın uygulamada aldığı sonuçlar tartışmaya açık kalmıştır.

Modernist Mimarlık Ve Şehir Planlama Eğitimi Örgütleniyor

Türkiye, 1923 yılında Ankara’nın başkentlik kararını verdiğinde kent planlamasıyla ilgili Türkçe bir literatür yoktu. İlk Türkçe kent planlama yazını Cumhuriyet sonrasında oluşmaya başladı. Bu konuda öncülüğü Operatör Emin Bey'in şehreminiliği döneminde İstanbul Şehremaneti yapıyordu. 1924 yılında Türkiye’nin ilk belediyecilik dergisi olan İstanbul Şehremaneti Mecmuası’nı çıkarmaya başladı. 1926 yılında Celal Esat Arseven’in çevirdiği Camillo Sitte’nin ünlü  “Der Städtebau nach seinen Künstlerischen Grundsätzen” kitabı “Şehir Mimarisi” adıyla, 1927’de de Operatör Emin Beyin çevirdiği Ed. Joillant’ın “Şehircilik” kitabı Şehremanetince yayınlandı. Avusturyalı sanat tarihçisi Camillo Sitte’nin 1898 yayınladığı artistik ilkelere göre bir kent planlamasını öneren bu kitap Alman planlama ekolünü derinden etkilemişti. Ed.Joillant’ın kitabı ise Fransız ekolünü temsil ediyordu.

Atatürk’ün Türkiye’de modern mimarlık akımının geliştirilmesi tercihinin uygulamaya konulması için eski mimarlık akımının temsilcileri Akademiden uzaklaştırılırken sınıflarının en iyisi olan gençler modern mimarlık konusunda hünerlerini geliştirmek için 1928 yılında Avrupa'ya gönderildiler. Cumhuriyet ilk yıllarında yurt dışına eğitim için gönderdiği öğrencileri genel olarak Almanya’ya göndermişti. Bunda bir yandan o yıllarda Alman üniversitelerinin dünya bilimindeki öncü rolünün öte yandan Milli Eğitim Bakanlığının ilgili kadrolarında Almanya’da eğitim görmüş bürokratların payı vardır. Avrupa’ya gönderilen Akademi mezunlarından Seyfi Arkan ve Sedat Hakkı Eldem, Berlin Technische Hochschule Profesörlerinden Hans Poelzig’in bürosuna gitmişlerdir. Mühendis Mektebinden Emin Onat ise İsviçre’nin Almanca konuşulan Zürih kentindeki Eidgenössische Technische Hochschule (ETH)ye gönderilmiştir. Bu gençler Türkiye’ye dönünce yeni mimarlık eğitiminin öncüsü olmuşlardır.

Viyana Teknik Üniversitesinin genç bir öğretim üyesi olan Ernst Egli’nin 1927 yılında Türkiye’ye modern okul binaları yapmak için çağrılmasından sonra kendisi, Ankara’nın çok sayıda yeni okul binasını tasarlamıştı. 1930 yılında Egli’ye yeni bir görev yüklendi. Güzel Sanatlar Akademisinin programını yeniden düzenleyecek ve orada tasarım stüdyolarını yürütecekti. Bu düzenleme içinde Akademiye ilk kez şehircilik dersi konulmuştur.  Bu ders önce Celal Esat tarafından verilmiş, 1935 sonrasında da Almanya’dan dönen Seyfi Arkan tarafından verilmiştir.

Kent planlaması ve mimarlık bakımından Türkiye’ye önemli Alman uzmanlarının gelişi esas olarak 1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesi sonrasında olmuştur. Alman mühendislik ve mimarlık örgütlerinin başına Naziler geçmiş ve Yahudi ve sosyal demokratları ülkeden uzaklaştıran baskıları uygulamaya başlamışlardır. Bu operasyonun başını çekenlerden biri de Ankara’nın ilk planını yapan Lörcher’dir.

Almanya’dan kaçarak gelen plancı ve mimarlar arasında Martin Wagner İstanbul’un planlaması için gelmiş, Akademide de şehircilik dersi vermiştir. Martin Wagner önemli modernist mimarların GSA’ya çekilmesinde aracı oluyordu. Ernst Egli’nin ayrılmasından sonra Hans Poelzing (1869-1936) Türkiye’ye gelmeyi kabul etmişti. O da Egli gibi hem mimarlık eğitiminin başkanlığını yapacak hem de mimarlık bürosunu yönetecekti. Poelzing’in ani ölümü bu tasavvurların gerçekleşmesini önlemişti. Alman resmi çevreleri Türkiye’ye rejimlerine yakın olan Breauhaus de Groot’u davet ettirmek için uğraştıysa da Martin Wagner beraber çalıştığı Bruno Taut’la yazışarak onu Japonya’dan Türkiye’ye gelmeye razı etmiştir.

1938 yılında Emin Onat’ın Yüksek Mühendis Mektebinin Mimarlık Şubesinin başına geçmesinden sonra Akademiye benzer bir gelişme bu Mektepte de yaşanmaya başlamıştır. 1927 yılından itibaren Ankara’daki bakanlık ve önemli devlet binaların tasarımını bir yüklenici olarak gerçekleştiren Clemens Holzmeister, Anschluss sonrasında  Viyana Akademisinden uzaklaştırılınca Yüksek Mühendis Mektebine gelmiş, profesörlük yaparken yapı projeleri üretmeye devam etmiştir. Benzer bir örnek Gustav Oelsner’dir. İnançlı bir sosyal demokrat olduğu için ülkesinde dışlanmış ve 1939 yılında Bayındırlık Bakanlığında Şehircilik ve İmar Başdanışmanı olarak çalışmaya başlamıştır. Bir süre sonra da Emin Onat, onu Yüksek Mühendis Mektebinde Şehircilik Kürsüsünün başına getirmiştir. 1943 yılında Alman Mimarlık Sergisi dolayısıyla Türkiye’ye gelen Paul Bonatz da 1946 yılında İTÜ’ye katılmıştır.

Mimarlık okullarındaki şehircilik eğitiminde önemli bir kalite sıçraması yaşanırken bir başka gelişme, Türkiye’nin idarecilerini yetiştiren Siyasal Bilgiler Okuluna bir şehircilik dersi konması oldu. Bu ders Türkiye’ye Ulaştırma Bakanlığına tarife danışmanı olarak gelmiş bulunan, Almanya’da Magdeburg belediye başkanlığını yapmış olan Ernst Reuter tarafından verilmeye başlandı. 1940’da aynı okulda Şehircilik ve İskan Enstitüsünü kurdu. Reuter Türkiye'ye gelen uzmanlarının siyasal olarak en aktif olanıydı. Nitekim Türkiye’den dönünce özgür Berlin’in efsaneleşmiş belediye başkanı olmuştur.  

Yeni Konut Alanları Planlamasına Sıedlung Anlayışı Giriyor

Türkiye’nin modern ulus devlet kurmak için attığı her adım; merkezi bürokrasisini geliştiriyor, Ankara nüfusu da çok hızla artıyordu. Ankara’da yapılan konut sayısı artan konut talebini karşılamıyordu. Bu bir yandan gecekonduların ilk biçimi olarak barakaların ortaya çıkmasına neden oluyor, öte yandan konut kiralarının yükselmesine neden oluyordu. Devlet memurlarını korumak için Ankara da kira yardımı yapıyordu. Konut arzının artırılamayışında çok değişik faktörler bir araya gelerek etkili oluyordu. Bunlar arasında hızla artan arsa fiyatları, konut finansmanı için geliştirilen Emlak ve Eytam Bankası gibi kurumların güçsüzlüğü, inşaat malzemesinin pahalılığı ve yetişmiş iş gücünün kıtlığı vb.leri sayılabilir.

Bu yetersizlikler içinde sürdürülen çözüm arayışları, ilk kooperatif konut sunumunu gerçekleştiren 169 üyeli Bahçeli Evler Konut Kooperatifinin, umut bağlanan bir yeniliğin, ortaya çıkmasına neden oldu.  Bu yeniliğin iki ayağı vardı. Bunlardan birincisi konut alanının “Siedlung” anlayışıyla tasarlanmasıydı. İkincisi ise konut kooperatifi türü bir örgütlenmeye gidilmesiydi.

“Siedlung”lar, 1920-1930’lu yıllarda Almanya’nın konut sahibi olmakta yeterli geliri olmayan işçilere konut sağlamak için geliştirdiği bahçeli kent konut mahalleleriydi. Türkiye’ye geldiğini gördüğümüz Alman plancı ve mimarlar, kurdukları “Siedlung”larla ün yapmışlardı. Martin Wagner ve Bruno Taut, Berlin’de GEHAG Konut Kooperatifinin çatısı altında Zehlendorf’taki düşük gelirliler için önemli toplu konut projelerinin gerçekleşmesini sağlamıştı. Berlin Belediye Başkanı bu konut alanlarını toplumun alttaki katmanlarını üste çıkardık diye öğüyordu. Gustav Oelsner de Hamburg-Altona’nın planlamasındaki benzer çalışmalarıyla tanımıştır.

Siedlung’lar sadece mekansal bir tasarım değildi, bunun gerçekleşmesini sağlayan kooperatif bir örgütlenmeydi. 1933 yılında İstanbul Üniversitesine gelen Gerhard Kessler de sosyal siyaset alanında uzmandı, kooperatifçilikle yakından ilgileniyordu. Ulusal Sosyalistlere karşı Kampf und Aufbau’ yu yazdığından dolayı Naziler tarafından Almanya’da üniversiteden ilk uzaklaştırılan profesör olmuştu. Türkiye’ye geldiğinde kendini konut kooperatifleri tartışmaları içinde buldu.

1931 yılında Atatürk’ün teşvikiyle Türk Kooperatifçilik Cemiyeti kurulmuştu. Bu çevrede Nusret Uzgören, Ankara’da konut sorununun çözümü için konut koopratifçiliğini savunmaya başlamıştır. Söyleminde “bahçe şehir” kavramına ağırlık verilmektedir. O sırada Ankara’da konut sorununun çözümü için devletin memurlarına bir devlet mahallesi yaptırması, Jansen planındaki amele mahallesinin İzmir'deki uygulamaya göre gerçekleştirilmesi vb. tartışılmaktadır. Bu seçeneklere kooperatif eliye konut sunumu da katılmıştır. Uzgören 1000 evlik bir mahallenin kooperatif eliyle yapılmasını savunmaya başlamıştır. Bu, o dönemde bir yılda sunulan konut sayısının 5 katı bir büyüklüktür.

26 Ocak 1935’te 134 ortak Ankara Bahçeli Evler Yapı Kooperatifini kurmuştur. Kooperatifin üyeleri Cumhuriyet yönetiminin üst kademe bürokratlarıdır. Kooperatif Jansen planı kapsamındaki bir alandan arsa almamış plan dışındaki bir alandan büyükçe bir arsayı almıştır. Arsa satın alınmadan önce Jansen’in arsayı gezmesi sağlanmıştır. Bu alanın planlaması ve yapılacak 8 tip konutun projesinin yapılması Jansen’e verilmiştir. Uygulamada planın delinmesi müellifi eliyle yapılıyordu. Konutlar sosyal konut niteliğinde değildir, büyüktür. Finansmanı tamamen bankalardan kredi halinde sağlanmıştır. Üyelerinin tasarrufuna dayanılmamıştır. 169 konut inşa edilmiştir. İnşaat bitince kooperatif mülkiyet tasfiye edilerek bireysel mülkiyete geçilmiştir.

Bahçeli Evler Kooperatif girişimini değerlendirmek için Ankara’ya çağrılan Kessler bir konut kooperatifinin başarılı olabilmesinin üç koşula bağlı olduğunu; bunların ortak tasarruf, ortak kredi sağlanması, konutların ve iskan sahalarının ortak mülkiyetinde kalması olduğunu belirterek, Bahçeli Evler'in bu kriterlerin hiç birine uymadığını söyleyerek eleştirmiştir.  Bunlara rağmen Bahçeli Evler tüm kentlerde insanların beğendiği, idealleştirdiği bir örnek olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasında Ankara dışındaki kentlerde yaygınlaşmıştır.   

Erken Cumhuriyet Döneminde Ankara, Türkiye’de kent planlamanın ve uygulanılmasının öğrenilmesini sağlayan bir labarotuvar olarak işlev görmüştür. Bu labarotuvarda sağlanan birikim 1930 yılından itibaren ardı ardına çıkarılan Belediyeler, Umumi Hıfzıssıhha, Yapı Yollar Yasaları'yla imar düzeninin yasal kurumsal çerçevesini oluşturmuştur. Bu yasaların tümü beraberce değerlendirildiğinde kentsel gelişme için modernist bir meşruiyet çerçevesi kurulduğu söylenebilir. Bu meşruiyet çerçevesi II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de yaşanan hızlı kentleşme karşısında yetersiz kalacak, kentlerin çevresini gecekondu kuşakları saracaktır.

Prof.Dr. İlhan Tekeli

Goethe-Institut Ankara
2010